8 Temmuz 2010 Perşembe

Bu maçı İspanya'nın alacağını bilmek için ahtapot olmaya gerek yok

İşsiz olmanın verdiği saçmalama potansiyeliyle bilim adamlığı yapmaya devam ediyorum. İstanbul'un en güzide sitelerinden havuz suyu numunesi alıp ph değerlerini vs. ölçtük arkadaşımla. Kendini çok havalı sanan vasat insanların sitesinde halk kahramanları gibi karşılanmak egomu ne şekilde etkiledi, şaşkınlıktan denetleyemedim bile. 7 tane site gezdim. En tuhafı Göktürk denen yerdi. Gitmeden önce ne biçim yerdir, kim yaşar orda gibi aşağılayıcı cümleler kurdum. Bu lafları sonradan yutacağımı tahmin edemezdim. Dağın içine yerleştirilmiş, İstanbul'un trafiğinden kendini soyutlamayı başarmış bi ilçe. Sitenin havuzuna geldiğimde insanların çalışmaları gerekmeyen bi hayat kurmayı başardıklarını gördüm. Orta yaşlı adamlar, karısı ve çocuklarıyla o park senin, şu havuz benim takılıyolardı.Yöneticiye sordum: bu insanların işi nerde, burası nereye yakın gibilerinden bişeyler. Buradakiler pek işe gitmiyor, çoğu borsacı, banka genel müdürü, ya da büyük şirketlerin CEO'ları yanıtını aldım. Ne kadar çok CEO var ya. İlk duyduğumdan beri ''see you'' yu çağrıştırıyor bana. Bi süre çalışıyosun. CEO oluyosun, see you diyip kafana estiğinde işe gitmeye başlıyorsun.
Günün sonunda Kuruçeşme Divan'ın havuzuna gittik. Akşam 8'de gittiğimiz için kimse yoktu. 15 dakika kadar durduk içerde ama ömrüm birkaç yıl uzamıştır. Havuz surların dibinde, sarmaşıklar tarafından çevrelenmiş durumda ve boğaz manzarası var. Daha fazla konuşmak istemiyorum. Kendi küçük hayatıma dönmem lazım. KPSS, sonrasında iş ve diğer sıradan kaygılar...

6 Temmuz 2010 Salı

- i see hallucination

- what do you see ?

- i see music

5 Temmuz 2010 Pazartesi

güzel filmler - kötü müzikler

Milk, The Imaginarium of Dr. Parnassus, In Bruges - Unirock grupları

Milk, dünyanın en entellektüel heteroseksüel erkeğine bile başlangıçta ''noluyoruz la'' dedirtecek cinsten eşcinsel ilişkiyi gözümüze sokan bi film. Bi süre sonra alışılması için erkekler için ayrı bir soru işareti olsa da konunun çok güzel işlenmesi bu gereksiz kaygıyı hızla ortadan kaldırıyor. Oyunculuğun müthiş olması ve oyuncuların filmde işlenen karakterlerin gerçek hallerine çok benzemesi benim hoşuma giden detaylar oldu. Diğer iki film daha enteresandı onlara geçesim var.

Dr. Parnassus ve şeytan arasındaki iddia üzerinden giden film birkaç noktada kafamı karıştırdı ve forumlar bu konuda derdime derman olamadığı için film benim ilgimi üzerinde tutmaya devam ediyor. Heath Ledger performansı izlemek için heves etmişken şeytan rolündeki abiden çok iyi oyunculuk izledik. Bunu da Heath Ledger'ın çekimlerin ortasında ölmesine bağlıyorum ki ölünün arkasından konuşmuş olmayayım. Filmde doktorun yardımcısı rolünde Austin Powers Gold Member'dan hatırladığımız Verne Troyer var. Bu cücenin filmde sadık, sinirli bir cüce olduğunu görüyoruz. Benim en çok sevdiğim karakterler şeytan ve cüceydi.

In Bruges, izlediklerim içinde en güzel olanıydı. Şehrin atmosferi, filmde sürekli çalan müzik ve güçlü finaliyle unutamayacağım filmlerden biri oldu. Filmin başlarında Colin Farrell'a sinir oldum. Çünkü, rolünü çok abartılı yaptığını ve küçük bi çocuk gibi davrandığını düşünmüştüm. Fakat senaryonun ilerleyişinde neden o şekilde davrandığını çok iyi bi şekilde anlatınca sinirim geçti ve gönlümün oscarını kendisine verdim. Bu filmde de en sevdiğim karakterin bir cüce olması biraz tuhaf kabul ediyorum. Ama izlediğim iki filmde cücelerin büyük rolleri olması olasılığının azlığı da beni etkilemiştir muhakkak. Bir insanın ardarda izlediği filmlerde iki cüce olması ihtimali iki filmde amerikan başkanının zenci olması ihtimalinden bile düşük. Bu filmdeki cücenin adını imdb lütfedip sayfaya eklememiş ama ben pes etmeyip Jordan Prentice adına ulaştım. Bu cüce diğerine göre çok daha iyi çizilmiş bir karakter. Kokain içince ırkçılığı ortaya çıkan, kendi hiç gülmese de etrafındakileri güldüren sinirli bi piç.

Parnassus ve Bruges arasında Unirock vardı. Evergrey ve Amorphis'i tenzih ediyorum, kötü müziğe doyduk. Günü kurtaran kendi halinde kırmızı renkli bi mp3 playerdı. Kendisini kutluyorum.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Aktivist, aktivistim denildiğini sürekli olarak duyuyoruz. Aktivist aktivia yiyen kadın mıdır, aktif bir eşcinsel midir peki ? Hayır, aktivist eylemci demektir. Her eylem gördüğünde kaçan aktivistler olmakla her eyleme içerik gözetmeksizin katılan aktivist olmak arasında kalmak ne kadar da zor değil mi ? Unicef tabii ki çok önemli bir kurum. Türkiye'de her gün o kadar çok kaçak et kesimi yapılıyor ki birinin buna eylemlerle dur demesi lazım. İyi ki varsın Unicef. Şimdi de yabancı arkadaşlarımız için İngilizce konuşmama geçiyorum:

As we all know i live in Bayrampaşa and all kids are white. This is the real skin color. (Kolumu gösteriyorum) When i first time see a black kid i was really surprised. I don't know what happened to me but my hand started to shake , i lost my consciousness and i slapped him. From this day, i feel very close to white boys and i really like to know that they don't sleep hungry. Except black ones...


yukarıdaki saçmalıkların gerçek düşüncelerimle bi ilgisi yok tabii ki..yardım kuruluşlarının insanlara yardımı dokunduğu kadar gerçektir yazdıklarım.

25 Haziran 2010 Cuma

Çarşamba sabahı arkadaşıma yardım etmek için maslaktaki sun plazaya gittim. Modern bi tesis kurma kaygısının yanında labirentte olduklarını farketmeyen kobay farelerin çalışması için kurulmuş bir tesis burası - cümle pek güzel olmasa da. içeri girerken retina taraması gibi teknolojik bidi bidi aletleri ve farklı bir asansör sistemi kurmuşlar. Çok alakasız bi iş için gitmiştik nasa görünümlü bu yere. Çalışanların mutlu olduklarını gözlemleyip biraz üzüldüm ama sonra vazgeçip onlar adına sevindim. Normal bi insanın çalışmak isteyebileceği bir yerdi orası. Sabah 9 da ordan çıkarken kafam biraz karışmıştı açıkçası. Ama bu daha fazla karışamayacağı anlamına gelmiyordu. Arkadaşımla Kırklareli'ne geçtik. Arıtma tesislerinden numune topladık. Sabahki plaza ile öğlen gördüğüm köylüler arasındaki geçiş türk filmlerindeki komik karakterin adımlarını sayması adımı atan amcayı gördüğümde travma yaratarak gerçekleşti. Adım hesabı ile ölçüm yapan bu amca Zeki Alasya'nın köyden indim şehire filmindeki haline benzeyince istem dışı bi şekilde dünya bi metre düşse ve sonra yerine gelse keşke dedim kendi kendime. İstediğim herkesin bi metre yükselip sonrasında kıçının üzerine düşmesi. Bunun bütün dünya üzerinde aynı anda olamayacagını farkedince dünya içine doğru çökmeli ve sonra tekrar açılmalı dedim. Kırklareli, Çorlu ve Tekirdağ'da işimiz bitince personelin üzerine taktığımız cihazları almak için tekrar maslaka gittik. Bu sefer oradaki sıradışı sisteme alışmış buldum kendimi, ve bu durumu çok yadırgadım. Keşke arıtma tesisinde çalışan adamlardan birini de yanımda getirip bi halk arasında infial yaratsaydım diye hayal ettim. Ama herkes durum normalmiş gibi ya da yaşıyor olmalarının normal olduğunu düşünüyorlarmış gibi kendi dünyası içinde harekete devam ediyordu. Behlül kaçar diyip eve döndüm.

23 Haziran 2010 Çarşamba

ilk iki satır kesin yanlış

Otobüs boş diye sevinerek başladım yolculuğuma. Oturduğum yerde 10 milyon buldum, ''aa ne süper'' dedim. Bulduğum 10 milyon yolculuk boyunca çekiceklerimin karşılığıymış meğerse. 10 dakka içinde yer vermem gerekti. Binen teyze insandan çok ağaca benziyordu, baya yaşlı olduğu için mecbur kaldım. Ayaktayken bikaç teyze itekledi beni. Sonra normal bi çocuk sonra da mongol bi çocuk üzerime bastı. Sonra ayaktayken yanıma bi amca geldi. Yer verdiğim teyze bu amcaya yer verebilirdi. Amca entti çünkü. Kırklarelili olduğunu da öğrendim entin. Sonra oturan başka bi yaşlıdan biri zenci saatçi çocuktan ent amcaya yer vermesini istedi. Zenci çocuk işaret diliyle sen kalk dedi. Ben de daha genç bi teyzeye yer vermiş bulunduğum için çok sinirlendim ama ırkçılık olucağı için bişey demedim. Sadece facebooktaki resmimi Hitler yapıcam asjflasfh. Sonra başka bir zeka özürlü çocuk beni çok kötü dirsekledi. Kadınlar ''ilerleyin biraz sadece kendinizi düşünmeyin'' temalı klasik nutuklarını çektiler. Bunun hazırlanmış metinler olduğunu ve her gün otobüste icra edilen bir oyun olduğunu düşünüyorum.

Sonra birden aklıma kuzey kore geldi. 3 gün önce portekizle oynadıkları dünya kupası maçı ülke tarihinde yayınlanan ilk maçmış. Çok şaşırdım ben bu duruma tabii ki. Biz tüm maçları canlı izliyoruz. Bi de onların izlediği ilk canlı maçta 7-0 yenilmelerine de üzüldüm. Bi süre kendi kendime komünizm ne tuhaf şey bi daha komünizm hakkında atıp tutmiyim çünkü hiçbi fikrim yok dedim. Demir perde dedim arka arkaya oniki kez falan. Bu söz grubu onlar için kullanılmıyor ama olsun duruma çok uyuyor. Tüm bunlardan sonra kendi kendime Ferhat Göçer'in son şarkısını mırıldanmaya başladım, ve bir kez daha türkçe şarkıların sözlerini neden doğru biçimde anlayamadığımı düşündüm.

Sana ait ne varsa oh iki gözüm
Hiçbir zaman gitmiyor götünden gözüm!
Asla affetmedim yemin ederim
Arkasındayım hala verdiğim sözün

7 Haziran 2010 Pazartesi

İnternete girme isteğim babamın facebook tutkusuna takılmıştı. daha eski gönderilenlere bak kısmına tıklayarak internetin başlangıcına kadar dönmüştü. bari duş aliyim deyip banyoya girdim. saçımı havluya kurularken aklıma vakanüvis kelimesi geldi. kirden pislikten o ana kadar bişey düşünememişim demek ki. aklımda kaldığı kadarıyla vakanüvis tarihçi yada olayları aktaran kişi demek. bir anda şu gerçekle karşılaştım. artık tarih yazılmıyor! hepsi yazılıp bitmiş. tarihçiler artık yazılanları aktarıyorlar ya da aktarılmış olanlar üzerine yorumlarını ekliyorlar. bugün olan biteni bi kenara not alarak sonraki nesillere aktarma işi çoktan son bulmuş. istanbul'un fethini yağlı kazıklar üzerinden kaydırılan gemiler olarak özetleyen vakanüvis acaba ne içmişti? bunun üzerinde çok düşünmeye değmez çünkü her ülkenin tarihini kafası güzel insanların yazdığına herkes inanıyordur.

Duştan çıktığımda babam ''ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler'' iletisini beğendi.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Euro Vision Canlı Yayın ve Skor Tahminleri

Öncelikle her yıl yaptığım gibi Eurovision'u arkadaşlarla dışarıda izleyemediğim için çok üzülüyorum. Ama bu benim ülkelerle ilgili çılgın yorumlar yapmama engel değil:

Azerbaycan, kız çok güzeldi. şarkı ise o kadar değildi. Eurovision abazası diye bişey var gerçekten. ''Azerbaycanın bacaklara bak'' denildiğini duyar gibi oluyorum yurdun dörtbir yanında.

İspanya, palyaçolar şirindi sadece. derece zor görünüyor. (ben korkuyorum palyaçodan yoksa başarılı)

Norveç, şarkının sonuna doğru kendimi öldürmeyi düşündüm. adamın muazzam düzgün bi tip olmasının da bu durumda etkisi vardır kesinlikle. ama song contest arkadaşım best model yarışması değil.

Moldova, güzel hazırlanmışlar. bıdır bıdırlar. Bu arada ne güzel yayıncılıktır ya. Bizim yayın mal gibiydi. Ayrıca sahne de süper. Diğerleri thank you dememişti.

Kıbrıs, gay... Komşu olduğu için puan vericez ne acı.. Şişko vokale de takılmadım değil.

Bosna, uff ne kadar sert. heavy metal adeta.. sonda köpeğiyle sevinen kız vardı. görmek istediğimiz sahneler.

Belçika, bu kadar kötü bişeyle katılmak ne kadar büyük bi özgüven. Kokain çeksen çıkamazsın. 3 tatlı kaşığı kokaini yiyip birkaç asidi fitil olarak attıktan sonra anca çıkılır bu şarkıyla. Me and my guitar adja3h5uq.

Sırbistan, backstage de bayan sandığım insan Gogol Bordello'nun başımıza saldığı müzikle karşımızda. Slow şarkıların arasında farklı göründüğü için hakedilmemiş bi ilk 10 performansı oldu bu. Halkımızın olası yorumu: Eşcinselle katılsak ben çok utanırım nan :)

Belarus, neyin peşindesiniz ? Biraz daha slow parça dinlersem kalbimde kapanmamak üzere yaralar açılacak gibi hissediyorum. O kelebek kanatlarıyla beni kandıramazsınız.

İrlanda, yayın takılınca dj mix gibi oldu. güzel oldu. Yavaş yavaş bu yıl bi birinci çıkmayacağını düşünüyorum. Oylama yapmadan Eurovision kepenk indirebilir.

Yunanistan, hababam sınıfında ''bir de cana can katan o sevdan olmasa'' diye bi şarkı okurlardı. ah sen olmasan mahmut hoca diye sözler de değiştirilirdi. O şarkıyla katılmışlar. eğlenceli geldi baya slowlardan sonra.

Kötü ya bu adına bile bakmadım.

Georgia nere ya ? Birileri çıkıp kıçını başını sallasın istiyorum artık. Beyonce gelsin Gaga gelsin.

AHA BİZ. LALALAALAYYY ULAN NASI CANLANDIRDIK ORTAMI BEE CLAP YOUR HANDS. bildiğin kötü şarkı ya. ama diğerleri çok boktan olduğu için hakedilmemiş bi ilk 5 geliyor.

Arnavutluk, eğlenceli ya. Önceki yıllarda olsa bişi olmazdı ama bu yıl şanslılar di mi erman hocam ?

İzlanda, bence kazandılar. Kadın çok şişko olduğu için arya okur dedim ne kadar önyargılıymışım. evet şişkolara karşı önyargılıyım ama Hurley'le başlayan açılımım sürüyor.

Ukrayna, bu yıl Şehriban Coşkunfırat'ı öldüren satanist kızla katılıyor asdajr5jıa. Taksim'deki sahnenin önünde yapılan yorumları duyar gibiyim: ''Gitmek lazım babacım Ukrayna'ya''

Fransa, hareketli şarkı ama biz Beyonce tarzı insanların kıçını sallamasını beklerken bu zenci adamlar kıçını salladı. Bariz sönük geçiyo gece...

Romanya, normal ne diyim şimdi daha önce onbin kere yapılmış şarkıya..

Rusya, biz bütün rusları kadın sanıyorduk. Başlarına da yönetsin diye Putin koymuşlardı. Ama acı gerçek abazan gençliğimizin önüne bu akşam sunuldu. Taksim'de olaylar yaşandı..

Ermenistan, bunlar çok kazanıcak tipte bi şov hazırlamışlar. siyasi zibidiliklerle birlikte bunlar kazanıcak izlandadan vazgeçtim.

Almanya, şirinliğe bak ya. Kızın güzelliğinden stream patladı resmen. Taksim'den Almanya'ya oy yağıyodur. Ruslar erkek olunca oylar değişti tabi..

Portekiz, o kızın üstüne oldu mu canım. Sen söyle OLDU MU ?

İsrail, Filistinliler bu boktan şarkıya oy atsa ver elini dünya barışı...

Danimarka, ''hadi artık oylamaya geçelim'' şarkısı..

Son olarak tahminler:
1-Almanya 2-Ermenistan 3- İzlanda 4-Moldova 5- Türkiye

Oylamalarda heyecanlandığım kadar çok az şeyde heyecanlanıyorum. Bunun sebebini ve heyecanlanma derecemi sorgulamalıyım. Ve de son olarak komşusu olmayan bi ülke olsa dünyada ve bu yarışmaya katılsa ne kötü olur dimi onlar için.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Lost'tan iyi bir son beklemiyordum uzun süredir ama dizinin finalinde kilisede Michael, Walt ve Mr. Eko'yu göremeyince anladım ki dizi bize sadece hayatın basit gerçeklerini anlatıyor. Irkçılık diye bir şey hala var ve çok geç olmadan birilerini bulmazsam herkes ölüyken bile sevgilisinin elini tutarken ben John Locke gibi yalnız oturucam.

13 Mayıs 2010 Perşembe

Bu sabah işe gitmek için kapı kolunu çevirdiğimde ilahi bir mesaj aldığımı sandım. Kilidi açmıştım ama kapı açılmıyordu. Birkaç kez denerken bir yandan da bana gönderilen mesajın içeriğini anlamaya çalışıyordum. Annemi çağırdım, açamadı. Babam kapı kolunu kırdı. Bense işe geç kaldığım için mutluydum. Normal bir güne uyanışımdan daha zor gelmişti bu sabah kalkmak.

İlk aklıma getirdiğim hırsızların kapıyı zorlayıp bozma ihtimaliydi. Dışarıdan komşu açmaya çalışırken bunu eledimçünkü mutlu olmamla örtüşmüyordu.

İkinci ihtimal gazetelerde yayınlanacak beni haber bültenlerine taşıyacak cinstendi. İşe gittiğimiz araba kaza yapacaktı. Ve ben evde kilitli kaldığım için kurtualacaktım. Final Destination tadındaki bu senaryo güzeldi. İnanmasak da doğaüstü olayların eğlenceli olduğunu inkar edecek değiliz.

3. senaryo, işte araba kullanırken çuvallayacağım kötü senaryoydu. Kapı bu yüzden açılmasın istiyordum. Derken kapıdaki dilin bozulduğu anlaşıldı. Üst kattaki çelik kapıcı komşu olayı çözmüştü ve ben işe gitmek üzere yoldaydım.

Mutluluğumu sevmediğim bi komşu bozmuştu. Kapı bütün gün açılmasa ne güzel uyurdum. Yoldayken komşu hakkında düşündüm de kapıyı açtığı için değil dünyanın en şeker kızına (kendi kızı) bağırırken duyduğum için ondan nefret ediyordum.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Yazmak çok vor ve cesaret gerektiren bi iş. Elime kalemi almadan yazarlarla daha önce empati kuramadığımı anladım. Kafamda uçuşan güzel düşünceler kendimi samimi bir şekilde ifade etmenin verdiği kaygıyla kaçışmaya başladılar. Ben de izlediklerimi yazarım o zaman:


''What the bleep (bleep, küfür yerine koyduğumuz biip sesi) do we know? '' da izlediklerim ''What da fuck'' tepkisini bende doğurmayı başardı. Kuantum, pozitif düşünce, beyin olarak birbiriyle etkileşen üç bölüme ayırmak mümkün belgeseli.

Kuantum, üzerine atıp tutabilecek yeterlilikte olmadığım bir konu.

Pozitif düşünce ise çok yaygın, popüler olmasından dolayı aşina olduğumuz bir konu. Kuantumla ilişkilendirildiğinde ilginç bir hale geliyor. Pozitif düşünce belgeseli izlemeden önce geyik uğruna harcayabileceğim bir düşünceyken uygulamasını denemeye başladığım bir konu haline geldi. Olasılıkların fiziğinde her türlü abuk düşünceye bir şans verilebilmeli diye düşündüm.

İlk uygulamam, hayatımdaki önemli olaylarda ve durumlarda en kötüyü görmekten ya da hatalar yapmaktan korkmadığım için önemsiz bir konuda gerçekleşti:

Tavla oynarken işler kötü gidiyordu. 2-0 önde olduğum oyunda arkadaşımın olağanüstü şansıyla 4-2'ye geldi. Kaybettiğim dört oyun boyunca sürekli olarak kazanacağımı söyleyip durdum. Pozitif düşünmeyi tavla üzerinde denememin nedeni bir zarı çok fazla istediğimde çok sık istediğim zarın gelmesiydi. Bunu benim kadar tavla oynamamış birinin anlaması çok zor.

Kaybettiğim dört oyun boyunca oyunu pozitif düşünerek yönlendirmeye çalıştım. Çok iyi zarlar atıp rakibimi isyan ettirmeyi başardım. Ama rakibim pozitif düşünce yolundaki tespitlerimde çok hızlı ilerlememi sağlayacak bir durumu anlamamı sağladı. O, tanıdığım en pozitif adamlardan biriydi. Sürekli güler, şikayet etmez ve hayata dair pek kaygısı yoktur. Adam benim yapmaya çalıştığım şeyi yaşıyordu. Pozitif düşüncelerimiz çakışıyordu!!

Oyun 4-2 ve ben sürekli ''ben kazanıcam, boşuna uğraşıyorsun'' demeye devam ettim. 4-3 oldu. Son oyunda mars olmak üzereyken çift atıp marstan kurtuldu. 4-4. Pozitif düşünce iyiydi. Ama her insanın pozitif düşünce seviyeleri vardı. Bunların çakıştığı durumlarda üst seviye kazanıyordu. Bilgisayar oyunlarında güçlü kahramanın kazanması gibi.

Oyunun sonucu; ben oyunu pozitif düşüncemle çevirdim ama olasılıklar evreninde yaşamamız ve arkadaşımın pozitif düşüncede yılların tecrübesi olması sonucu YENİLDİM. Ama çok da umurumda olmadı.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Batı bölgelerimizi etkisi altına alan sibirya kökenli cehennem soğukları cumartesi planlarımı suya düşürünce çok sinirlendim. Oturup ders çalışmaktan daha mantıklı bişey yoktu ve mantığımın sesine kulak verdim. Hiçbir zaman zevkli değildi ama yaşım ilerledikçe ders çalışmanın bir başka sıkıcı geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Ama bu sıkıcılığın boyutunu tam olarak anlatmak biraz zor. Bazen suratımı ortadan yarıp içinden o zaman nefes alabileceğimi hissediyorum. Bu sapkın düşüncelerin dandik korku filmi kokması üzerine birdenbire filmlerle ilgili düşünmeye başlıyorum. O kadar sıkılmışım ki benliğimi ele geçiren suratımın içinde nefes almayı bekleyen yaratık benim yerime düşünmeye başlıyor. Cümleyi kuran kesinlikle ben değilim.


Amores perros'u yıllar önce izleyip çok beğenmiştim. İkinci izleyişimde çok sıkıldım ve benimle birlikte ilk kez izleyen arkadaşım da filmi beğenmedi. O, aynı yönetmenden babel'i izlemişti yalnızca. iki film arasında 7 yıl var. İzlediğim dönemlere baktığım zaman amores perros'tan daha çok zevk aldığımdan eminim ama ikisini bugün izlediğim zaman babel'in daha iyi bi film olduğunu söyleyebilirim. Demek ki neymiş, sinemanın içinde bulunduğu devinimi anlayacak kadar film izlememiz gerekiyormuş. Çok fazla film izlersek eleştirmen zibidilere dönüşebiliriz. Çok az izlersek de amores perros'tan 2010'da zevk alan zavallı bir kişi oluruz.


Sonra kardeşim benimle kağıt oynamak istedi. pişti oynadık yendim ve o sıkıldı. Tavlayı getirdi. İnanılmaz yavaş oynadı bu sefer de ben sıkıldım. Tavla oynarken düşünecek sürem o kadar çoktu ki ben kardeşimle aramızdaki bir farkı farkedip üzülmeye başladım. Ben tavla, poker, pişti vs oyunları 5 yaşımda öğrenmeye başlamıştım ve ilkokula başladığımda bu oyunlarda uzman sayılabilirdim. Bu alışkanlığım büyüdükçe okey, king, batak, 51 vs. oyunları da kapsadı.


Üzüldüğüm nokta ise farklı. Kardeşim benden 13 yaş küçük.. Onun ikinci çocuk olma ve ebeveynlerinin yaşlı olmasından kaynaklanan şanssızlıklarını anlamam tavla oynarken dank etti. Benimle ilgilenildiği kadar onunla ilgilenilmedi ve o bunun farkında değil. İnsanların eşit olamaması cidden üzüyor beni. En azından sevdiklerimin eşit olmasını isterdim. Bu yüzden tavlada bilerek yenildim. Ruh hastalığım enteresan boyutlara ulaştı. Ders çalışmasam mı ??

17 Ocak 2010 Pazar

Dede > Edward

Dersanede çalıştığım günlerde öğrencilerle empati kurmak için Alacakaranlık denen zibidiliği okuyordum. Dördüncü kitaba gelmeme rağmen arabesk, vıcık vıcık aşktan başka bişey bulamadım henüz. Bugün dedeme bakmam lazımdı. Başka okuyacak kitabım olmadığı için yanıma onu aldım. Dedem uyumadı ve kendi öyküsünü anlattı. İçki hayatının bir zamanlar önemli bir kısmı olduğu için boğma rakıdan ve şarap yapımından bahsetti. Tuz koyunca sirke, koymayınca şarap vs. O eski günlerden bahsedince ben dedemi çok sevmeme rağmen geçmişi hakkında hiçbişey bilmediğimi farkettim. Bi süre içten içe kendimi ayıpladım sonra dinlemeye koyuldum:


İlkokul 3'e giderken babam ölünce gidip müdürle konuştum. Beni okutucak kimsem yok dedim. Annem de 3 çocuğa bakmak zorundaydı. Ailenin büyükleri tek başına yapamayacağını anlayınca onu kendisi gibi biriyle evermeye karar verdiler. Hem kabullenemedim hem de üvey kardeşimi sevmemiştim. Bigün ona ''kafanı kırarım senin'' dedim; ki kırabilirdim de kuvvetim yerindeydi. Evden ayrılıp amcama yerleştim. Sümerbank'a gidip iş istedim. Bana yaşın küçük dediler. 49km yürüyüp eski evimin orda tanıdıklara yaşımı büyüttürdüm. Geri dönüp Sümerbank'ta işe başladım. Amca kumarbazdı. Ailedeki herkesin parası onun kumarına gidiyordu. Çalışmama rağmen elime geçen birşey yoktu. Ben de ayrılmaya karar verdim. Bi arkadaş da ailesinden bıkmış ben de seninle gelirim diyordu. Birlikte çıktık yola. İki arkadaş daha bize katıldı. Ama üç gün tren beklemek gerekiyordu. Ben tren biletlerini almıştım fakat çocukların aileleri polise haber vermişlerdi ve tren garında aranıyorduk. İstasyonun karşı tarafına atlayıp polislerin gitmesini bekledim. Çitin arkasına karların içine yatmış olanları izliyordum. O sırada arkadaşımı yakaladılar. Diğer ikisi ortalıkta yoktu. Polisler sadece beni arıyolardı o anda. Tren kalkmadan önce üç kere siren çalardı. İkinci çalana kadar bekledim. Sonra koşa koşa trene atladım. Gitmek kolaydı. Ne arayan ne ağlayanım vardı zaten. Trende polisle karşılaştım ama polis tanıdık çıktı ve benden şüphelenmedi. Trenle Mersin'e geçtim. Mersin'de pek iş olmadıpı için Tarsus'a oradan da Adana'ya geçtim. Peynir satan bi adama iş aradığımı anlattım. Onunla bi süre çalıştık. Bi gün fabrikaya satmak için yoğurt hazırladık fakat yoğurt bizden istediklerinden azdı. Usta yoğurda su kattı. Ben de yapma bozucaksın dedim. Fabrikaya götürdüm. Sulu olanı istemediler. Ben de ya hepsini alın ya da satmam dedim. Onlar da almadı :) Ustama anlattığımda; ben şimdi bu kadar yoğurdu ne yapıcam götür bunları ananın bi yerine dök dedi. Ben de ona annem çok uzakta o kadar uğraşmayalım sen karının orasına dökersin dedim. Hesabımı ver ben ayrılıyorum deyince ağlamaya başladı. Ama ben kimseye minnet etmezdim. Düşünmeden çıktım ordan. Sonra simit dağıtmaya başladım sabahları. Orada da uyanıklık yapan biriyle kavga edince gece uyurken battaniyemi yaktılar. O işten de çıktım. Tarlaya çapa yapmaya her zaman adam bulunurdu. Tarsus'ta kürtler birbirlerini çok kolladıkları için onların arasında da barınamadım. Ulukışla'ya dönmeye karar verdim en sonunda. İnsanların kahrı çekilcek gibi değildi. Bilet aldım ama trene yetişemedim. Ben de kızıp yürümeye başladım. Bi tepede oturup güzelce ağladım. Ulukışla'ya döndüğümde bi an yine dellendim atladım trene Kayseri'ye gittim ama pişman olup yine memlekete döndüm. 14 yaşındaydım. Sümerbank'ta tekrar çalışmaya başladım. Babannenle görüşmeye başladık. Ama fabrikada başka kızlarla konuştuğum hakkında dedikodular çıkıyordu. O kızın ablası beni tehdit etti. Güzel güzel konuştum ama sonra tekrar problem çıkardılar. Bana kalsa evlenmezdim çünkü askerlik yapmamıştım. Fabrikadaki dedikodulardan sıkılmıştım. Babanneni kaçırmak zorunda kaldım. 15 yaşındaydı. Fabrikaya girerken ''Benimle gelmek istersen fabrikaya girme düz yürü'' dedim. O da yürüdü. Kaçtıktan sonra bi süre saklandık. Ailesinin rızasını almak gerekiyordu. Polis günlerce bizi aradı. Ama tanıdıklarımız bizi sakladılar. Annesi hiçbir şekilde razı olmuyordu. Babası kabul etmişti. Ablaları da abisi de kardeşi de karşıydı. En küçük kızları oydu. Ablası firavun gibiydi. Abisi demediğini bırakmadı. Ama ben eşimi kimsenin karşısında ezdiricek adam değilim. Kimseden destek almadan sıfırdan hayat kurduk.

Bunları daha önce hiç sormamış olmam eşşeklik diye düşünüyordum. Ama kafamdan aynı anda çok fazla şey geçti. Cesaretine çok şaşırdım önce. Çalışkandı. Sonra dönemin şartları ile bugünü kıyasladım. Yazmaya üşenecek kadar çok fark buldum. Dedemin 3, babannemin 5 kardeş olduklarını biliyorum ama onları aslında çok da sevmediklerini tahmin edemedim. 8 kişinin içindeki karakterki 2 insan birbirini bulmuştu. Aklıma üstün insanı yaratmaya çalışan Hitler geldi. Birbirlerini çok seven, kimseyi takmayan, cahillik boyutunda belki ama yine de cesur iki insanın yaşadığım güne yakışmadıklarını hissettim. Sonra kitabı açtım. Bi kez daha sadece bitirmek için okuduğum için kendime kızdım. Dedemin anlattıklarını düşünürken daha çekilir bi hal aldı kitap.